Eskiden düğünler nasıl yapılırdı? Geçmişten günümüze değişen düğün adetleri

Yeni Şafak Gazete Yazarı Mustafa Kutlu bugünkü köşe yazısında, modernleşen toplum geleneği ile birlikte yitirdiğimiz düğün adetlerini kalemine aldı.

Geçmiş dönemlerde evlenen genç çiftlerde uygulanan düğün adetleri günümüzde yerini şatafatlı ve gösterişli merasimlere bıraktı. İşte ilgili konuyu kalemine alan Mustafa Kutlu’nun o yazısı:

”Yarım asır önce Anadolu’nun her beldesinde ufak tefek farklar ile bir düğün geleneği bulunuyordu. Tarım toplumunun biçim verdiği bir görenek. Süreç özetle şöyle cereyan eder: Görücü usulü ile kız beğenilir. Kız tarafı damadı ve ailesini araştırır, beğenirse söz kesmek için iki aile biraraya gelir, aynı zamanda nişan günü tesbit edilir; takılar konusunda anlaşmaya varılır. Nişandan önce kız tarafından oğlan evine baklavalar gönderilir (buna Şekerbaşı diyorlar). Çarşıya çıkılır alınacaklar alınır, nişan kız evinde yapılır, bal şerbeti ve çerez dağıtılır. Düğüne on beş gün kala çarşıya çıkılır “iki başın harcı” (yani tüm gerekli şeyler) oğlan evi tarafından alınır. Düğüne bir hafta kala oğlan evinden kız evine “tohum davarı” (çeyiz sandığı, yatak-yorgan hamam takımı vb.) gönderilir. Çeyiz kız evinin duvarlarına asılır, misafirler hediyelerle gelip evi ziyaret ederler. Kız ve oğlan için ayrı ayrı “hamam” merasimi düzenlenir. Düğünden bir gün önce kadınlara evde, erkeklere bahçede “Kına gecesi” düzenlenir, yüzük takılır.

Düğünler genellikle mahsulü kaldırıp (Harman sonu) sattıktan sonra yapılır ve en az üç gün sürer. Düğün alayı davul-zurna eşliğinde gelin almak için kız evine gider. Gelinin baba evinden çıkması sırasında bayağı göz yaşı dökülür. Nihayet gelin ata biner ve oğlan evine doğru gidilir. Bu sırada damat ile sağdıcı evin damına çıkmışlardır. Oradan gelinin başına “saçı” saçılır (çerez-para vb.). Gelin eve Kur’an-ı Kerim’in altından geçerek girer. Misafirlere yemek verilir. Ertesi gün “Baş bağlamı” yapılır, sağdıç hanımı “zülüf keser” bu sırada gelin hanımların ortasında oturmakta ve Kur’an okunmaktadır. İlk Kurban Bayramı öncesi oğlan evinden kız evine bir kınalı koç gider. Hali-vakti yerinde olanlar koçun boynuzuna altın takar. Bu kısa özet geleneğe göre yapılan düğünlerin tüm teferruatını ve değişik yöre âdetlerini yansıtmıyor. Şurası var ki ana hatları ile asırlarca uygulandı.

(Şimdi bu âdetlerden ancak birkaçı, o da taşranın ücrasında kalmış yerlerde yüzde 2 veya 3 miktarınca uygulanıyor. Artık ne doğana yeterince seviniyor, ne ölene yeterince üzülüyoruz. Değişen hayatın depremi insanımızı öyle bir savurdu ki; dinî-millî-manevî ve kültürel değerlerimiz kıymetini neredeyse kaybetti. Bu konuda yazacağım inşallah).

Ne zaman ki şehirlerde “Düğün evi” olacak ev ve bahçe kalmadı, her yer apartıman oldu, o sıra “Düğün Salonu” devreye girdi. “Salon düğünü” giderek çeşitlendi, türlü aktiviteler ile zenginleşti, artık düğün sahipleri salonun albümünden bütçeleri ve istekleri çerçevesinde bir merasim seçer oldular. Köylerde dahi her tür etkinliğin icra edildiği “Köy evi” inşa edilerek bir nevi salon gibi kullanıldı.

Tarım toplumunda doğmuş, büyümüş, evlenmiş çiftler şehirlere (metropole) taşındıktan ve aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra kuşaklar arasında “düğün” merasimi bir sorun olarak bu köylü milletin canını sıkmaya başladı. Oysa ki ne denilmiş: “Düğününki oynamak, ölününki ağlamak”. Sadece Belediye Nikâh Salonunda kıyılan bir kuru nikâh ile yetinmek ne gelin ve damadı, ne de düğün sahiplerini tatmin etmiyor. Herkesin hevesi kursağında kalıyor. Artık iyice yaşlanan Hacı Dede ile Hacı Nine’ye sorarsanız çözüm şudur: Muhafazakâr ailelerin düğünleri mahallede yeni inşa edilen bir caminin bodrum katında yapılmaktadır. Erkekler ve kadınlar için ayrı ayrı salonları vardır. Erkeklere Hoca Efendi, kadınlara bir vaize hanım hitap eder. Aşçılar etli pilav hazırlamakta mahirdir. Yanına ayran, ardına baklava ekledik mi, işte sana düğün.

Damat ile kızın ana-babası “Düğün Salonu”nda evlenmiştir. “Ele-güne karşı” bir salon kiralayıp şöyle değişik gösteriler ve ikram ile misafirleri şaşırtan anlı-şanlı-eğlenceli bir düğün yapmak varken, cami bodrumuna tıkılmak olur mu? Bu kız gelinlik giyecek, bu damat oyuna kalkacak, her ikisinin de etrafı, arkadaşları var, el-âlem ne der. Hem artık merasimi filme çekmek pek lazım. Hani ilerde torunlara gösterilecek bir hatıra olur.

Damat ile gelin bütün bu tartışmaların ötesinde okumuş çocuklar. Onlar kararı çoktan vermiş. “Kır düğünü” yapacaklar.

Her neyse gençler birbirini görmüş sevmiş, bu düğün yapılacak, ötesi yok.

Yok ama, herkesi memnun etmenin de imkânı yok. Hadi diyelim birinde karar kılındı. Hem kararı aldıranın, hem razı olanın yüzünden düşen bin parça. (Düğün nasıl olacak tartışması yüzünden ayrılanlar dahi var; küsenler, yıllarca konuşmayanlar).

Nedir yani? Düğün evi mi, yas evi mi?

Yahut “Ne eğlendik, ne eğlendik”.

Yok ya! Eğlenceniz batsın, rezil olduk.

Hasılı köyden şehre indik, şaşırdık. Güya modernleşen toplum geleneği terketti, yerine üç kuşağın benimseyeceği makul bir çözüm bulamadı.

Aradan yarım yüzyıl geçti, iki arada-bir derede kalmışlık devam ediyor.

Gelenekle bağını koparmamış yaşlı kuşak aramızdan çekiliyor. Orta yaşlılar ve gençler Garplılaşma atmosferinde yaşıyor.

Kapitalizmin kanunları dinî, millî, manevî, kültürel değerleri, âdet ve ananeleri çiğneyip geçiyor.

“Hayat tarzı”nı ister modern, ister muhafazakâr olsun bu kanunlar belirliyor.

Turizmin dindar tatili, modanın tesettür defilesi, otantik diye uyulan “kına gecesi” ilahiler eşliğinde yapılan yaş günü partileri vb. züğürt tesellisidir.

Aslolan kapitalizmin kanunlarına teslim olmayan bir “Red cephesi”ni dinî-millî-ilmî-fikrî olarak inşa etmektir. Bu zor görev elini taşın altına koyacak ulema ile akademyaya düşüyor. Kolay gelsin.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir